Bizi yok oluşa götüren bu felaket nasıl başladı? John Zerzan anlatmış.

08:52

Yemyeşil ağaçların olduğu bir ormandasınız. Huzur içinde yürüyorsunuz. Birkaç adım sonra Walden Gölü çıkıyor karşınıza. Derin bir nefes.. ve doğanın kokusu burnunuzdan ciğerlerinize indi. Huzurla doldunuz bile. "Ne yapsam?" diye düşündüğünüz yok, o andasınız. Bir sonraki adım umrunuzda değil, çünkü gerçektesiniz. Derken bir melodi duymaya başlıyorsunuz, yavaşça gözler açılıyor, iphonunuzdan özenle seçtiğiniz huzurlu uyanış notalarınızla kabusunuza dönüyorsunuz. Saat 7.00. Nerden çıktı şimdi bu saat? Biraz önce saat falan yoktu? Ben daha yeni uyumadım mı? Zaman ne ara geçti? Telefondaki yazılara bakıyorsunuz. Altta küçücük yazıyor "Alarmı kapat". Rüyada söz var mıydı? Yoktu galiba. Offfff diyorsunuz, şimdi kalk, seni beğensinler diye aldığın o kıyafetlerden bir kombin seç ama senin gibi Türkiye'nin çakma gökdelenlerinde çalışan modern kölelerin üniformalarından çok farklı olmasın. Şöyle koyu renklerde ceket pantolon, içine de açık renk bir gömlek yeter. Marka saati unutma! O sana saygı gösterilmesini sağlar. Metroya bindiğinde kendinden bin tane daha göreceksin, umursama sana ne öğrettiler "sen özelsin!!!". Ben özelmişim. Ben dünyadaki en özel insanım, ne anlarlar ki. Sadece şimdi paraya ihtiyacım olduğu için tüm bunlara katlanmak zorundayım. Bu saati almak için bir ayın yarısı kadar çalışmak zorundayım yoksa insanlar bana saygı göstermez! O beğendiğim kadının bana tutulması için ise 2 senelik maaşımı bir arabaya yatırmak zorundayım. O yüzden çalışmam lazım işte. Biraz önce ormandayken üstümde ne vardı bu arada? Hiç fark etmedim... 

Siz bunları düşünürken yine bir buzul parçası koptu, Florida'da havuzlarda su olduğuna bakmayın, orda su iyice tükendi, bir yandan da Florida o buz parçasının kopuşuyla sular altında kalmaya daha da yaklaştı, Afrika'da bir çocuk açlıktan öldü(rüldü), hemen güney doğumuzda bombalarla, Amerika'daysa GDO'lu ürünler yiyen 3 anneden 1i otistik çocuk doğurdu, Dünya'nın yörüngesine bir uydu çöpü daha gönderildi, 100 tane civcivin gagası törpülendi, üst üste yaşayarak hareketsiz kalmaya zorlandıkları için, birbirlerini öldürmesinler diye, Karadeniz'de ağaçlar kesildi, nefes alamayalım, kanser olalım diye, bir kabile tüm bunlara dayanamadı ve çoğalmayıp neslini tüketmeye karar verdi. Metroyu kaçırdınız! Bunların hiçbirini düşünmeye vaktiniz yok. 

Bense burada John Zerzan'ı devreye sokuyorum. Bu bunalımdan sizi kurtarmak için uzun uzun yazmış anlatmış. Kendisi tüm bu felaketin başlangıcına kilit tek bir şey koyuyor; tarım. Bize "mağara" adamı olarak, "ilkel" olarak anlatılan atalarımızın aslında toplayıcı-avcı hayatı yaşarken çok huzurlu, eşitlikçi, şiddet karşıtı bir düzen içersinde olduklarını anlatıyor. Tarım çıkana kadar kadın toplayıcılık yaparken, tarımla birlikte tarlada çalışmaya başlıyor. İnsan toplayıcı-avcıyken çeşitli yiyeceklerle beslenirken, bir anda besin çeşitliliği çok azalıyor. Kadınlarla erkekler arasında hiyerarşi ortaya çıkıyor. Biri toprak sahibi oluyor, biriyse köle. 

Zerzan'a sorumuzu yönlendiriyoruz; "Tarihte, toplumsal ilişkilerin tahakküm üzerinde şekillenmediği bir toplum var olmuş mudur?" Zerzan cevaplıyor; "Evet, insanlar milyonlarca yıl boyunca böyle yaşadı. Bu özgür yaşam, yalnızca on bin yıl önce tarımın ortaya çıkıp ardından da uygarlığı yaratmasıyla yok oldu. Ve o tarihten beri, böyle bir yaşamın hiçbir zaman var olmadığına, baskının ve boyun eğişin, 'kötü' insan doğasının panzehiri olduğuna kendimizi inandırmak için elimizden geleni yaptık." 

Tarımla birlikte "zaman" kavramı da ortaya çıkıyor. Zamanla birlikteyse çalışma saatleri. Yani sizin bugün saat 7'de uyanmanıza sebep işte bu. Devamında hayvanlar köleleştirilmeye başlıyor. Aaa bu arada tarımın da dini bir ritüel sonucu ortaya çıkma ihtimalini düşünmüşler ki bence o da çok mantıklı. Ordan da günümüzdeki "Allah onu yiyelim diye yaratmış" gibi anlamsız, son derece sorgulamadan ve empatiden uzak fikre kadar geliyor. İnsan hayvanları saymak zorunda, dolayısıyla sayı ortaya çıkıyor. Sembollerle birlikteyse dil kullanılmaya başlanıyor. Dil bizim için "iletişim aracı" ama Zerzan dilin tam tersi iletişimimizi kısıtlamak, bizi yine bir sınıra sokmak ve kontrol sağlamak için kullanıldığını söylüyor. "Cennet tasvirlerinde hayvanlar hep insanlarla konuşur ve insanlar anlar" diyor. Dil aslında bizim gerçekten hissettiklerimizi sınırlamamıza, sembolleştirmemize, yapaylaştırmamıza sebep oluyor. Sonrasında toprak sahibi/efendi-köle ilişkisi, İmparatorluklar, ulus devlet, sanayi devrimi derken kapitalizme kadar geliyoruz. Zamanla bir önceki saniyemiz bu andan ve bir sonraki saniyeden ayrılıyor. Günler bölünüyor. Birilerinin sizin için karar verdiği şeyleri, onların söylediği anda yapmak zorunda kalıyorsunuz. O yüzden korkunç işinize gecikmeli gitmek için, şu an 2 dakika sonra gelecek metroyu bekliyorsunuz ya. 

Şimdi hatırlayın, 3 sene önce üniversitedesiniz, deliler gibi aşık olduğunuz sevgilinizle bir yaz günü, güneşin batışını izliyorsunuz, kız arkadaşınızın hafif esen rüzgardan üşüdüğünüzü anlamanız için kelimeleri kullanmasına gerek yok, hırkanızı ona verdiniz bile, o güneşin kaç dakikada battığını size sorsam bilir misiniz? Ya da o an yaşadığınız duyguları anlatmanızı istesem anlatabilir misiniz? Peki yanınızda aşık olduğunuz kadınla o anı müthiş kılmak için dile ya da zamana ihtiyaç duydunuz mu? Birbirinizin kıyafetlerine bakarak ne kadar paralı ve saygıdeğer olduğunuzu mu düşündünüz, yoksa doğanın bedava mucizesine bakmak büyülenmenize yetti mi? İşte bunun büyülenmek olmaması gerek. Çünkü bu gerçek. Bize bir büyü yapıldıysa ve eğer büyülendiysek, bunun sonucu şu an bu hayatı yaşamamızdır. 

Bu illüzyon sadece bizi kontrol etmiyor, cennetimizi ince ince yok ediyor. Siz çorabınız delik diye akşamki partiye gitmekten utanırken, bir kutup ayısı daha bunları önemsediğiniz için ölüyor. Sahip olduğumuz tek şey bedenimiz ve onu da şükür ki biz yaratmadık! Bu dünyada bir bedeni ödünç alıyoruz sadece, bize sonsuza kadar yer yok. Doğadan çıkan varlıklar olarak, bizi asıl mutlu edecek tek şey doğanın bize karşılıksız sundukları. Evet bugün embriyolarınız arasından hangisinin kanserli olduğu tespit edilebiliyor ve hastalıksız çocuğunuzun doğması sağlanabiliyor. Bu size güzel bir şey gibi gelebilir ama zaten bizi kanser eden bu teknolojinin kendisi. Ve merak etmeyin, siz sağlıklı bir çocuk doğursanız da bu sistem onun bedenini çürütmeye çok kararlı, hem ruh hastası olacağı kesin. Sizin birazdan adım atacağınız o aptal iş yerinde kafayı yiyecek olmanız gibi, günün birinde o da 12 sene boyunca gerçekten önemli şeyleri sorgulamayamasın diye beynine sokulan aptalca bilgileri, sınav kağıdında kaydırma yaptığı için ispatlayamayabilir ve delirebilir. -aslında bu onun kurtuluşu olurdu- Her nasıl din  denilen şeyle olmayan bir gerçek üzerinden insanları böyle rahatça kontrol edebiliyorlarsa, günümüz insanının yaşadığı bu hayat da tamamen gerçek dışı. Bunu bilmek gerek, köleliği bilinçli olarak tercih edip, etmemekse size kalmış. Bir düşünün bence, ne dersiniz?




Sevgiyle kalın..

Kaşıklar

02:34

Adam, hepimizin hayatımızın bir noktasında geldiği bir kavşakta duruyormuş. Hangi yola gireceği konusunda kendisiyle münakaşa halindeymiş. Yollardan biri, etrafındaki bütün insanların faydasına olacağını çok iyi bildiği bir yolmuş. O yolu biliyormuş, yıllardır da bu yolda yürüyormuş zaten. Manzarası güzel sayılırmış ama diğer yolun manzarasıyla kıyaslanamazmış. Evet, diğer yol hiç denemediği tatlarla, daha önce hiç aklına gelmeyen bireysel imkanlarla dolu gibi görünüyormuş. Tamam, başkalarının işine yarayacak fazla bir şey sunmuyormuş bu yol ama kendisi için sonunda daha kolay bir hayata olanak tanıyan tek şansmış. O kadar uzun bir sürer kararsız bir şekilde orada dikilmiş ki sonunda kişisel meleği omzundan inip yardım teklif etmiş. 
“Yolun sonunda ne olacağını bilebilsem ilk adımlarımı daha güvenle atabilirdim.” 
“Madem bunu istiyorsun, sana göstereceğim. Şu anda sana çok çekici gelen yolun sonunda ne olduğunu görmek için seni cehenneme götüreceğim." 
Adam kendini bir anda cehennemde bulmuş. Hakkında okuduğu hiçbir tarife uymadığını görerek şaşırmış. Ne kaynayan kazanlar, ne ateşler ne de çığlıklar atan ruhlara işkence eden zebaniler varmış. Cehennemdeki tek şey, hayatında gördüğü en iştah açıcı ve lezzetli yiyeceklerle dolu devasa bir masanın bulunduğu güzel döşenmiş bir ziyafet salonuymuş. Kuş sütü bile eksik değilmiş. Elmalı turtalar, kızarmış etler… Kokular başını döndürüyor, ağzını sulandırıyormuş. 
Masanın etrafında insanlar varmış. Dirseklerini ve bellerini bükemiyor olmalarının dışında herkesten bir farkları yokmuş. Her birinin elinde kısa saplı birer kaşık varmış. Kaşıkları doldurup ağızlarına götürmeye çalışıyorlarmış ama dirseklerini bükemedikleri için beceremiyorlarmış. Bu yüzden hepsi sonsuz bir zevk ziyafeti karşısında aç ve işkence içinde oturuyormuş. Sızlanmaları ve iç çekişleri cehennemde yankılanıyormuş. 
Bunu gören adam meleğe diğer yolun nerye gittiğini göstermesini istemiş. Ve bir anda kendini cennette bulmuş. Orada da ne arp çalınıyor ne yumuşak bulutlar uçuşuyor ne de kanatlı melekler dolaşıyormuş. Görüp görebildiği tek şey aynı lezzetlerle donatılmış o masanın bulunduğu aynı ziyafet sofrasıymış. Ve dirseklerini kıramayan çok sayıda insan masanın etrafında ellerinde küçük kaşıklarla duruyormuş. Ancak cennette arkadaşça kahkahalar ve tok bir kalabalığın rahat gülüşmeleri yankılanıyormuş çünkü kendi ağızlarına ulaşmaya çalışmak yerine masanın etrafındaki insanlar kaşıkları birbirini beslemek için kullanıyorlarmış. 
Adam birden kendini yine kavşakta bulmuş. Derin bir nefes almış ve gideceği yolu seçmiş. 


Kaynak: Judith Malika Liberman, Masal Terapi.

Abraham Maslow'un Bize Müthiş Hediyesi

10:17


Süper bir şey oldu!! Hayatta en problem ettiğim şeyin sebebini üstteki fotoğrafta gördüğünüz tatlı insan Abraham Maslow'un çok mantıklı bir şekilde teorileştirdiğini öğrendim bugün ve hemen yazıp paylaşmak istedim! Uzman psikoloğumuz 1943 yılında, bir teori yayımlamış ve bu teori insanın "gereksinimler hiyerarşisi"ni içeriyor. Teoriye göre insanların belli kategorilere ayırılmış ihtiyaçları var. Bir sıraya sokulan bu ihtiyaçlardan alttaki karşılandığı taktirde, bir üstteki ihtiyacı karşılamak mümkün olabiliyor. Üst ihtiyaçları tatmin etme arayışı içersinde gerçekleşen süreçte, bireyin kişilik gelişimi içinde bulunduğu ihtiyaç kategorisinin niteliğine göre şekilleniyor. Teoriye göre, her bir kategori kişilik gelişimi düzeyine karşılık gelmekte. 

Gereksinimler şöyle; 
1. Fizyolojik gereksinimler (nefes, besin, su, cinsellik, uyku, denge, boşaltım), 
2. Güvenlik gereksinimi (vücut, iş, kaynak, etik, aile, sağlık, mülkiyet güvenliği), 
3. Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık), 
4. Saygınlık gereksinimi (kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı),
5. Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdem, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız olma, gerçeklerin kabulü). 

Yani sizin de anlayacağınız üzere, karnını doyurmak gibi fizyolojik gereksinimlerini karşılayan birey, bir sonraki aşamada kendine bir barınak sağlamak gibi güvenlik gereksinimlerini içeren ikinci kategoriyi sağlamaya koyuluyor. Benim tecrübeme göre günümüz insanı maalesef ki çoğunlukla 2. kategoride sıkışıp kalmaya zorlanmış! Yani resmen günümüz insanına doğduğu andan itibaren nasıl 1. ve 3. kategori arasında oyalanacağı öğretilip, bir şekilde bireylerin kişisel gelişim düzeyinde ilerlemesi engelleniyor. Denir ya hep "bilinçli bireyler yetişmesin istiyorlar" diye. İşte nasıl oluyor, bakın böyle! Maalesef ki şu anki toplumda, kişisel gelişimini en üst seviyeye çıkarabilen insan sayısı sıralamayla ters orantılı olarak gitmekte bence. Dolayısıyla günümüz insanı kendi potansiyelini gerçekleştirme eylemine geçmeye çok fırsatı olmadan, ya da bunu tercih etmek yerine bir yanılsamayla alt kategorilerdeki gereksinimlerini gereğinden fazlasıyla karşılamakta takılıp kalıyor. 1. ihtiyaçlarından besin gereksinimini örneğin gereğinden oldukça fazla karşıladığı için, tarih boyunca ilk defa obez insanların sayısı, aç insanların sayısını geçti! 4. kategorinin fikrinde takılıp kalanlar ise iktidar ve para kaygısı yüzünden dünyadaki tüm dengesizlikleri icat eden bireyler değil mi? Abraham Maslow'a gerçekten çok teşekkür etmek istiyorum yani bu hizmetiyle resmen hayatımı kurtardı, bundan sonra beni bir yerde görürseniz muhtemelen bunu birilerine anlatmaya çalışıyor olabilirim. Her neyse. (Oley! Tamam.) Lütfen bana söyleyin saygı görmek için iyi niyetle ve sevgiyle hareket eden bireyler olmamız yeterli değil mi? Öyle kolay kolay kabullenilebilecek bir düşünce değil biliyorum. "Oldu, bir zeki sensin. Bu kafayla gidersen hayatın boyunca üzerler seni." diyor olabilirsiniz. Ama insanlar tarih boyunca işte tam da bu yüzden, sevgi ve iyilikle hareket etmenin gerekliliğini unutup, (yani 2. kategoride sahip olması gereken unsurları daha elde etmeden) başarı ve saygı görme noktasında bir ileri bir geri gidip durmuşlar ve bunu hala da yapıyorlar. Sözde çok geliştik ya bu çağda... “Para güçtür, güç paradır” yanılgısına hapsolan bu bireyler 2. kategorideki ihtiyaçlarına sahip olmadan, 3. kategoriye atlamaya çalışıyor resmen. Bu noktada sıkışıp kaldıkları için hiçbir zaman gerçek değeri göremeyecek, gerçek değeri de veremeyecek ve 5. kategoriye ulaşamayacaklar ama, üzgünüm. Rezidanslar yapmak için ağaçları kesmek böyle bir gelişim düzeyindeki bireyin eylemi işte. Gerçek şu ki ancak her kişi kendini gerçekleştirme gereksimini hedef alarak yola çıksa, tamamen tutarlı bir şekilde kişisel gelişimini sürdürecek ve yıkıcı, tüketici, parazit gibi yaşayan bir tür olmak yerine, varoluşunun sebebini araştıran ve bunu keşfettiği noktada, yapıcı, üretken, doğayla iç içe, sevgi ve iyilikle hareket eden, günümüz insanından çok daha evrimleşmiş bir türe dönüşebilecek. 

Bunu okuyan bir kişi olarak sen de içine doğduğun sistem yüzünden bu korkunç durumun içine çekilmiş olabilirsin. Lütfen samimiyetle düşün ve eğer bunu yaşıyorsan Abraham Maslow'un  sana yaptığı bu iyiliği görmezden gelme. Birileri hep birilerine bir şeyler söylüyor ama isim verilmedikçe kimse üzerine alınmıyor. "05 ucu olan var mı?" sorusuna cevap vermediğin gibi sana sorulmadığına kendini inandırıp, kendini kandırma yine. Ben kendime soruyorum, ben bu döngünün içine çekilmiş bir birey miyim? Cevabını size "müzikoloji okuyorum" diyerek verebilirim. Müzikoloji okuduğumu söylediğim çoğu insan (bunu 2. sınıfa giden bir öğrenci de, liseye giden bir genç de, orta yaşlı bir insan da yaptı onu bilin) "Müzik öğretmeni mi olacaksın yani?" noktasında bir cevap veriyor. İşte günümüz insanın maalesef ki vizyonu bu noktada. İşte bu nedenle ben bu döngünün içinde değilim çok şükür ki. Çünkü kimsenin anlamadığı, tercih etmenin aklına bile gelmeyeceği bir bölümde okuyorum. Ah allahtan Mimar Sinan'da okuyorum da, onun etiketi sayesinde, ömrü boyunca manasız şeyler üzerinden para kazanmak için çırpınan insanların, "Aman bu da boş boş şeyler yapıyor belli ki" demesi ihtimalinden sıyrılıyorum. Çünkü bu insanlar için etiket baya bir önemli. Tam bunu yazarken güldüm ama aslında içten içe çok üzülüyorum. O yüzden yazıyorum, konuşuyorum ya bunları hep. Ah.. işte her şey aynı yere bağlanmıyor mu? Ben kendi potansiyelimin varoluşumuz hakkında insanları düşündürmek, dünyayı bulduğumdan daha iyi bir yer olarak bırakmak, insanlara bilinç sağlamak olduğuna inandığım için, günümüz insanını 2. kategoride sıkıştıran vicdansız düzende, bölümümün adını söylediğimde çoğunluğun anlamayacağını göze alarak bu bölümü okumaktayım. Bu arada müzikoloji sosyal bilimlerin bir alt dalıdır. Kısaca tarihi müzik üzerinden okuduğumu söyleyebilirim. Müziği merkeze almak dünya tarihini okumak açısından benim için baya bir faydalı oldu çünkü, müzik psikoloji, sosyoloji, felsefe ve daha pek çok alanla yan yana ilerleyen bir sanat. Dolayısıyla tarih boyunca gerçek değere sahip olan tüm insanların bu problemden bahsettiğini öğrendim okurken. Wagner ve Goethe bunların en büyük örneklerinden. Buddha, Enstein, İsa, Ahmed Adnan Saygun, Konfüçyüs... çoooook uzun bir liste var elimizde. Dolayısıyla bu insanlar, kitap yazarak, müzik besteleyerek, tiyatro oyunu yazarak, şiir yazarak, resim yaparak, film çekerek ve daha pek çok araçla aynı meseleyi anlatmaya çalıştıysa bir anlamı olmalı değil mi? Anneannemle dedelerimden bahsettiğim yazımda dediğim gibi ben Başak olarak geldiysem dünyaya gerçekten bir sebebi olmalı. Sonuçta neden kadınlar kendilerini klonlayabilecek yeterliliğe sahipken, doğa erkeği de yarattı ve çeşitliliği sonsuz bir sayıya yükseltti? Bunun biyolojik bir açıklaması varken, bir yandan da bence felsefi bir yanı da var kesinlikle. Her insan bir dünya. Ama sistem fabrikadan çıkmış adamlar üretiyor. Şimdi bir klişe olarak bankada önüne dosyalar yığılan herhangi insan biri mi olmak istiyorsunuz? Yoksa Abraham Maslow gibi, Carl Sagan, Stephan Hawking ya da Godfrey Reggio gibi kendi potansiyelinizi gerçekleştiren mutlu bireyler mi? Hayata veda ettiğinizde kimse sizin maaşınız artsın diye ne kadar çalıştığınızı, hangi çantayı taktığınızı, hangi evde yaşadığınızı ya da bankada kaç paranız olduğunu hatırlamayacak. Eğer kayda değer fikirler ürettiyseniz, ancak onlar kalabilir bence insandan geriye. Herkes gelişim düzeyinde en üst seviyeye gelmeyi hak ediyor, siz de. Sevgiyle kalın!

Godfrey Reggio

Godfrey Reggio ve Philip Glass'tan "Ziyaretçiler"

00:41


Godfrey Reggio ve Philip Glass şaheserleri Qatsi Üçlemesi'nden sonra 2013'te tekrar çok çarpıcı bir belgesel çektiler. Philip Glass müzikleriyle yine yine yine ve yine resmen sihir yapmış! Bu kadar sade bir müzik yazısıyla bu kadar derin duyguları vermek! Asıl marifet bu değil mi? Çok büyüleyici... Belgeselimizin adı "Ziyaretçiler". Film siyah-beyaz, karşınızdaki koca perdede 87 dakikanın büyük çoğunluğunda kocaman yüzler size bakıyor. Yüzler biraz ağır çekimde hareket ediyor. Söz yok, size sadece bakıyorlar. Bir de hızlı çekilmiş sahneler var. Bu kontrast Qatsi Üçlemesi'nde de mevcut. Koyaanisqatsi'de doğayı, gerçek insanları gördüğümüz sahneler dingin ve yavaşken, şehir hayatını, fabrikaları gösteren sahneler ise çok hızlı ve yorucu diye nitelendirilebilir. Burada da hızlı sahnelerde o suni yaşamı görmeniz mümkün. Ama ağır çekilen sahnelerde duygular var. Sindire sindire karşınızda duran suratların size ne anlattığını analiz etmeye çalışıyorsunuz. Hızlı sahneler ise bizim her gün yaşadığımız, işten çıkıp ulaşım aracına ilerlerken bir yandan insanları hızlıca atlatmaya çalıştığımız ve aynı zamanda da geçen hafta yüklediğimiz "Amsterdam'a gittim" temalı fotoğrafımızı kimler beğenmiş diye instagrama kitlendiğimiz, bir yandan da kafamızda ne kadar acıktığımızı ve eve gidene kadar açlıktan ölme ihtimalimizin olup olmadığını hesapladığımız anlar gibi. Yani hiçbir şeyi tam olarak algılayamadığımız, her şeyi yarım yamalak yaptığımız ve değerli vaktimizi boşa harcadığımız her bir gün! Ama insanların suratlarına ne kadar dikkatle bakıyoruz, gerçekten ne demek istediklerini anlamak için nasıl bir çaba sarf ediyoruz? Belki annenize hayatınızda yaşadığınız en önemli olayı anlatacaksınız ama annenizin sizin anlattığınız olaya nasıl bir tepki verdiğini gözlemlemek yerine telefona bakıyorsunuz; "Tatlım annemle konuşuyorum şimdi, bugünkü olayı anlatıyorum". Bu filmde belki de uzun zamandır kimsenin yüzüne bakmadığınız kadar kesintisiz ve dikkatle geçen suratlara bakacaksınız.

Godfrey Reggio kısacık bir tanım yapıyor; "humanity's trancelike relationship with technology.". Her gün teknoloji sayesinde nasıl bir varlığa çevriliyoruz? Kendimizden ne derece uzaklaştık? Yönetmen özellikle daha fazla bir açıklama yapmıyor ne anlatmak istediğiyle ilgili. Çünkü herkesin izlediğinizde kendi öznel algısıyla yorumlaması gerektiğini söylüyor. Bana kalırsa herkesin kendiyle hesaplaşması gibi. Kendiyle ve kendine bazen bilinçsizce ve bazen bile bile yaptıklarıyla. İsterseniz ben de fikrimi söylemeden kısa bir fragmanı izleyin, sonrasında sizin düşündüklerinizin üzerine benim fikirlerimi okuyun. 




Ben bana bakan suratlarda ne gördüm? Öncelikle seçilen insanlar çoğunlukla bana özellikle toplumun önyargıyla yaklaşılan bireyleri gibi geldi. Örneğin yukarıda fotoğrafını koyduğum kız sanki bir Peru'lu gibi. Peru'da yaşayan insanlara neler yapıldığını anlatmama gerek yok. Genel olarak Amerika kıtasındaki katliamlar kaç kültür, kaç medeniyet yok etti. En azından hala bizimleler. Bir zenci kadın bakıyor mesela, ya da saçı-kaşı olmayan bir adam. Yani benim için seçilen çoğu surat bize standart olarak dayatılan insan tipinin biraz dışında. Tabi bunların hepsi benim kendi fikirlerim, siz bambaşka şekilde algılayabilirsiniz. Peki bize nasıl bakıyorlar? Bence çoğunlukla acıyarak... Şaşırarak. Örneğin bizim sokakta alışık olduğumuz bir insan tipinin dışında birini gördüğümüz zaman verdiğimiz tepkileri hatırlayın. Kafasında kırmızı bir şapka, üzerinde kürkle yolun ortasında durmuş, şarkı söyleyen bir kadın mesela. Kimisi şaşırarak bakar, güler, kimisi acır, kimiyse aşağılar "Kafayı yemiş bu!" der. Bu suratlarda ben aşağılama göremedim. Üzüntü, şaşkınlık ve acıma gördüm. Yargılama görmedim. Bence bu çok önemli bir nokta. "Vah vah..." diyor gibiler genelde. Ve içlerinde sokakta şarkı söyleyen kadını aşağılayan kişiler gibi kötülük yok. 

En çarpıcı kısmına daha gelmediniz. Birazdan izleyeceğiniz fragmanda karşınıza size bakan başka bir surat çıkacak. Öncelikle fragmanı paylaşıyorum.



Ta daaaa! İşte asıl gerçeğimiz! Gorilin size nasıl baktığını gördünüz mü?! Bence içlerinde en çok acıyan oydu bize. Bu sahneler gerçek bu arada. O gorilin bakışları gerçek. Ben işte bu goril bize böyle baktığı için her yazımda muhtemelen doğamızdan ne kadar uzaklaştığımızdan ve teknolojinin bizi nasıl ruhsuz robotlara çevirdiğinden bahsedeceğim. Çünkü benim için en önemli durum bu hayatta. Bunun yüzünden gezegenimiz ölüyor, insanlığımız, duygularımız, ruhumuz ise gezegenimizle birlikte bizi terk ediyor. Bu iki muhteşem insan çok etkileyici bir şekilde yaptıkları işlerde bu durumu anlatıyorlar. İzlemek isterseniz youtube'da "Visitors 2013" adına bir kaç tane daha video var. Bu film festivalde gösterildiğinde çoğu kişi anlamayıp salonu terk etmiş. Bu da nasıl bilinçsizleştirildiğimizi bize göstermiş oldu yine. Bana son gelen yüzün koca ekrandan bakışlarıyla söyledikleyle bu yazıyı sonlandırmak istiyorum;
"Ah insan! Unuttun kendi benliğini. Kaybettin kendini, ruhunu modern dünyanın halisülasyonları yüzünden. İnsan! Sen busun işte. Bensin! Çıkar kıyafetlerini, evini, arabanı, unut tüm sahip olduklarını. Bir değil miyiz! Hala ben değil misin! Unuttun kendi gerçeğini, beni."

Çingit

Nokta Nine Niye Yalnız?

08:24


"Nerelisin?" diye sorulunca babanın yeri söylenirmiş. Bunu ilk duyduğumda manasızlığına çok şaşırmıştım. İnsanın gönlü neredeyse memleketi orasıdır bence. Benim canım anneannem ve dedem Karadenizli. Anneannem Rize'nin Pazar ilçesinin Çingit köyünde doğmuş büyümüş, Karadeniz kızı Ayşe. Ben de Bursa'da doğmuş büyümüş Çingit'li Başak. Bir gün gidip oralarda yaşayacağım. ("Çingitli Başak" da hiç olmadı farkındayım. Oraya gidince adımı "Ayşe" olarak değiştirmeyi düşünüyorum. Valla, ciddiyim.) Benim dünyalar tatlısı anneannemi Köy Enstitüleri'nde eğitip, böylesine güzel bir insanı yetiştiren bu köy benim memleketim. Anneannem benim örnek aldığım, taptığım tek insan. Hayatta kaybettiğim için en çok üzüldüğüm 2 sevgiden biri, diğeri de babamın babası Feyyaz dedem. Eminim ki onlardan zamanı gelince uzunca bir yazıda bahsedeceğim.

10 Şubat 2017 cuma akşamı çoğu insan bir yerlerde enerjisini doldurmak-boşaltmak isterken ben evde müthiş bir belgesel izledim ve hayatıma Rize'nin Pazar ilçesinin Mermanat köyünde yalnız kalan Nokta Nine girdi. (Bu blogda "müthiş", "harika", "süper", "çok güzel" ve daha bir çok sıfatla sıklıkla karşılaşabilirsiniz. Çünkü zaten burada sevdiğim, hayran kaldığım şeyleri anlatıyorum.) Belgeselin linkini şuraya koyuyorum. Belgeselimizin anlatıcısı Damla. Sesini duyduğunuzda ilkokul çağında bir çocuk olduğunu anlayacaksınız. Ama aklı ve ruhu şehirde tabletlere bakarak büyüyen bir çocuğunkinden çok daha geniş, büyük, olgun ve zengin. Kardeşi Bahri'yle köyde kalan son iki çocuklarmış. Nineleri "Nokta Nine"yle yaşıyorlar. Bir de anneleri var yanlarında, babaları çalışmak için yanlarından ayrılmak durumunda kalmış. Nokta Nine büyütmüş çocukları. Bahri erkek çocuğu, muzurluklar yapıyor, Damla'yı sürekli oyun oynamak isteyerek zaman zaman darlıyor ama belli ki o da dünya tatlısı. Damla'ysa bambaşka bir çocuk. Nasıl derin... Nokta Nine'ye çok bağlı. Ona çok yardımcı oluyor. Ev işlerini yapıyor, sobayı yakıyor, odun topluyor... Nokta Nine, "Çocuklar çok arkadaştır bana" diyor. Bütün köy onlarınmış, kimse onlara orda oynama burda oynama demezmiş! Heidi'nin hayran olduğumuz Alplerinden farksız hatta bana göre çok daha güzel Karadenizimizde gönüllerince ordan oraya koşuyorlar. Ağacın dalından koparıyorlar fındığı yiyorlar. Ama okula gidip gelmeleri pek problemli. Geçmek zorunda oldukları bir dere var. Zaman zaman yukarı köyden bir amca gelip onlara yardım ediyormuş. Yukarı köy de bizim Çingit! Annemle duyduğumuzda gözlerimiz doldu tabii...


Çocuklar okula gitmekte zorlandıklarından babaları onların adına okula yakın olduğu için Pazar'a taşınma kararı alıyor. Damla hiç bırakmak istemiyor Nokta Nine'yi, "O da bizle gelsin!" diyor ama kararları baba veriyor malum. Nokta Nine yalnız kalıyor belgeselin sonunda. "Ne yapayım. Allah benim yalnız kalmamı istemiş" diyor... Herkes kalkmış güzelim köylerinden Ankara'ya gitmişler. Ama gerçek hayat orada, bize dayatılan şehirlerdeki suni hayat her gün bizi zehirlemeye devam ediyor. 

Fiziksel ve zihinsel olarak yok ediliyoruz. Nokta Nine'yi orada yalnız bırakacak kadar vicdansızlaştık... Anneme "Anne lütfen satalım Bursa'daki evi, gidelim Karadeniz'e" dedim yine bu gece. Ama ikna etmesi kolay değil tabi... Kalkın gidelim bu pis oyun alanlarından, uyuşturulmayalım daha fazla. Datça'ya tatile gidip yerleşen çifti örnek alalım, yeraltındaki metrolarda telefonlarına bakarken şaşı olan iş adamlarını değil! (Datça'da ipek böcekleriyle köyde yeni bir hayat kuran güzel çiftin videosunun linkini de şuraya koyuyorum.) Ben kendim gideceğim en sonunda, sevdiklerimi de arkamdan sürekleyeceğim. Bu da buraya notum olsun.  Hepimiz anlasak da şunu, Nokta Nine'ler yalnız kalmasa...


Kedi Filmi

15:13



Geçen seneki film festivali hayatımı değiştirdi. Kedileri maalesef ki hiç kendime yakın hissetmezdim. Nedense üzerime atlayacaklarmış gibi bir korku taşıyordum içimde hep. (Sizde de varsa bu korku hayattaki en saçma şey olduğunu size garanti edebilirim. Ve kedilerden asla pire falan bulaşmıyor, bugüne kadar başıma bişey gelmedi:)) Gözlerine bakmak yerine köşe bucak kaçıyordum aman tırmalamasınlar diye. (Yazarken yine kendime kızdım...) Sonra bir gün "Kedi Filmi" diye bir belgesel çıktı karşıma. Aldık biletleri gittik. Belgeseli Ceyda Torun diye genç Türk bir yönetmen kadın çekmiş. Amerika'da çoktan gösterilmiş belgesel ve hatırladığım kadarıyla ödül de almıştı. 



Belgesel başladı. İstanbul'u yukardan görüyoruz. Sokaklara yaklaştıkça, yaklaştıkça bir bakıyoruz ki her yerde kediler! Sokağa dahi gelmeden tabi çatılarda, tentelerde, tellerde... Anladım ki yönetmen kediler üzerinden İstanbul'u anlatacak bize. İstanbul'a da yavaş yavaş ısınıyordum o zamanlar. Çok zor geliyordu İstanbul'da yaşamak ama bir yandan da büyüleniyordum her gün. Sanki İstanbul'un vücudunun içini incelemeye başlamıştık sokaklara indikçe. Hiç görmediğim, fark etmediğim yönlerini görüyordum. Derisi benim İstanbul koşuşturmacasına kalkan olarak oluşturduğum perdemdi, belgeselle birlikte perde kalkıyordu. Bir şaşırdım önce, "ne de çok kedi varmış sokaklarda" diye. Şaşkınlık biraz utanca dönüştü "hiç mi bakmadım ki yerlere?". 



Kedileri fark etmemiş olmam korkutucu gelmeye başladı. Devamında karşımıza sokak kedilerine bakan insanlar çıkmaya başladı. Film bir kaç sokak kedisinin hikayesi üzerinden yürüyor. Duman mesela "centilmen". Ne kadar acıksa da onu besleyen cafenin kapısından içeri asla girmiyor. Camdan patileriyle acıktığını belli ediyor. Başka bir kediyi Feriköy'deki Antika Pazarı'ndaki satıcıların beslediğini gösteriyor sonra bize yönetmen. Bir başkasını küçücük kayığında bir balıkçı besliyor. Hem de o küçücük kayığına bir de köpek koymuş. Kedi filminin instagram sitesinde paylaşılan küçük fragmanlardan birinde o balıkçının kedi ve köpekle aynı kayıkta olduğu kareye "We're all are in the same boat" yazmışlar bir de... Gel de hayran olma bunu çeken kadına, bu müthiş işe! Hemen linkini şuraya koyuyorum. Filmi izledikçe hem o insanları yakından hem de kedileri yakından tanımaya başladım. Rahatladım, mutlu oldum, yükümü attım. O anda kedileri anlamaya başladım. Sonrasında tabi bu anlayış biraz delice bir sevgi seviyesine gelmiş olabilir ama halimden çok memnunum :) Bu belgeseli kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum ama sanırım şu an için ulaşmak mümkün değil. Ama sitelerinden mailinizle mail grubuna dahil olabilir ve nerelerde gösterildiğinden haberdar olabilirsiniz. Sitelerinin linkini de şuraya ve şuraya koyuyorum. Türkiye'de vizyona gireceğini düşünüyorum, şu an pek çok yerde gösteriliyor. Youtube'daki fragmanını şimdi aşağıya yükleyeceğim. Diğer videolar da tabii ki çok tatlı ve etkileyici. 

Bu filmde sevgi öyle güzel anlatılıyor ki hem bizim kültürümüzle, insanlığımızla hem de bu güzel canlıyla. Her sahnesi ayrı bir öğreti. Ben filmden çok şey öğrendim ve gerçekten hayatımda büyük değişiklikler yarattı. Kedilerin yanı sıra insanlığı, sevgiyi, paylaşımı, bizi o kadar güzel anlatıyor ki... Filmdeki bir adam sokak sokak dolaşıp yüzlerce kediyi doyuruyor. Sözlerini tabii ki tam olarak hatırlamıyorum ama bir dönem çok mutsuz olduğunu ve kedilerin kendisini tedavi ettiğini söylüyor, "hiçbir insan böyle iyi gelmedi bana" diyor. Onlar bizim dilimizi konuşmadıkları için duygusal olarak paylaşımları o kadar kuvvetli ki, çok daha yoğun bir enerji aktarıyorlar. Gerçekten o kadar büyük bir hediye ki bize onlar, bu filmi izleyene kadar onlarla iletişim kurmadığım için zaman zaman üzülmüyor değilim tabi ama şu an hissettiğim mutluluk ve onlarla yaptığım paylaşım bana sanki her daim onları böyle sevmişim gibi hissettiriyor. 

Filmde başka bir adam "Ayağınızın dibinde kafayı dikip size bakan ve miyavlayan bir kedi, hayatın size gülümsemesidir." diyor. Lafa bakar mısınız!! Daha ne kadar güzel anlatılabilirdi... Daha güzel memleketimizi tanımadan dünyanın her yerlerini gezme hevesinde herkes bunu hiç anlayamıyorum  zaten ama memleketimizi tanımaya gelmeden önce sokağımıza dikkatli bakarsak bu güzellikleri görebiliriz. Evet İstanbul çok yorucu evet her yere koşturarak gidiyoruz ama o koşturmacanın içinde bir kediyi okşamak işte tüm sinirini, gerginliğini alıyor insanın. Bu da bence bize çooook büyük hediye! Çirkin bir kahveyi rahatsız bir sandalye tepesinde içmek için ordan oraya koşturup bir de para harcamak yerine bize sunulan şu güzellikleri fark etsek çok daha mutlu olacağız. Hayatta gerçekten bizi mutlu edecek her şey bedava inanın bana! Güneş bedava, deniz bedava, çiçekler, hayvanlar, gülümseme, sevgi, bebekler, yaşlılar ve tabii ki sonsuza kadar sürdürebileceğimiz bu listeye sahip olmak için tek yapmamız gereken bunlara odaklanmak, bunlara sahip olmanın gerçek ihtiyacımız olduğunu bilmek. Ben yolda yürürken eğilip bir kedi sevdiğimde her gün müthiş bir haz alıyorum. Sanki her dokunduğum kedi benim sonsuza kadar arkadaşım oluyor. Ve ellerimde hep onların güzel duyguları kalıyor. Herkesin bunları tatmasını diliyorum. Bu muhteşem filmi izlemenizi ısrarla tavsiye ediyorum! Ceyda Torun'u da tabii ki gönülden tebrik etmek lazım. Eşsiz bir iş çıkarmış. Kendisiyle festivalde tanışma şansım olmuştu tabii ki her gerçek değere sahip insan gibi çok mütevaziydi... Bu ülkede, bu dünyada her zaman kötü şeyler olmuyor. Bunlara tutunursak ancak iyilikleri ve güzellikleri çoğaltabiliriz. Sevgiyle kalın!


Merhaba!

14:05

Evet ilk blog yazımı yazıyorum! Neden bu blogu açtığımla ilgili ufacık bir bilgiyi "Buddha Doodles"ın tatlış resminin hemen altına kondurdum. Önce size bu güzel çizimlerden bahsetmek istiyorum. Mevlana'nın da sözlerini çokça paylaşan tatlı arkadaşımız budizmle ilgili pek çok sözü çizimleriyle birleştirerek çok sempatik bir şekle sokuyor. Benim içlerine en sevdiğimi alta yükledim.
Tamamen benim tek felsefemi içeren ve bu kadar mı güzel resmedilir diye her baktığımda eridiğim bu çizim beni çok etkiliyor. Sitesinden daha pek çoğuna bakabilirsiniz. Ama bence en güzelini gördünüz bile:) 

Blogumun isminden devam edebiliriz. "Tek bir kum tanesinden var olur inci..." Konfüçyüs'ün sözü. Neden bunu seçtim? Çünkü kendi başıma bir kum tanesi olarak bir şeyler için çabalıyorum ama her gün en az bir kişiyle etkili iletişim kurduğumun da farkındayım. İnci olabilmemiz, gerçek güzellikte ve değerde şeyler yapabilmemiz için, fark yaratabilmemiz için paylaşmaya devam etmemiz lazım.   Çok üzücü şeylerin olduğu zamanlarda yaşıyoruz. Çok yıkıcı canlılara dönüştük, değer sıralamamız tepetaklak oldu. Ama güzel şeyler de oluyor tabii ki. İyilik için çabalayan çok insan var. O yüzden müthiş şeyler de üretiliyor ve ben de bunları görmekten müthiş haz duyuyorum, herkese anlatmak istiyorum. Birileri benim burada kendi kendime yazdığım şeyleri okursa, yorum yaparsa ve benimle paylaşımlarda bulunursa çok mutlu olacağım. Konfüçyüs'ün bu sözünün yer aldığı kitap Aylak Adam Yayınları'nın "aforizmalar" serisinden, "Hayat Mutsuz Olmak İçin Çok Kısa" başlığına sahip. Satın almak isterseniz idefix linkini buraya koydum. Bunun gibi pek çok düşünürün aforizmalarının yer aldığı başka kitaplar da çıkardılar. Cicero, Schopenhauer, Marx, Kierkegaard, Goethe bende olanlardan bazıları. Hepsi de gerçekten çok güzel. Bu kitapta beni en etkileyen sözle ilk yazımı bitirmek istiyorum. "Hiç ayakkabım yok diye şikayet ediyordum, ta ki ayakları olmayan bir adamı görene kadar..."
Okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Sevgiyle kalın!